Nazan Bekiroğlu- Nar Ağacı

 Keşfedilmeyi bekleyen hazine dolu bir sandık diyebilirim. Fazlaca betimlemeleriyle derin soluklu bir roman sunan yazar, sizi uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Romanın sayfalarını aralarken kendinizi tıpkı kahramanımız gibi tarihî gerçekliğin içinde buluveriyorsunuz. Okul sıralarında hep yüzeysel dinlediğimiz Balkan savaşlarının ve birinci dünya savaşının bizzat içinde yaşayıp olaylara şahit oluyorsunuz. Çünkü yazarımız yaptığı başarılı betimlemelerle sanki dönemin resmini tuvale resmeder gibi hafızamıza çiziyor. Pek çok detaya değiniyor. Karakterlerin iç çözümlemelerini çok iyi yapıyor. Kitabı okuduğunuzda kültür birikimininizin zenginleşeceğine emin olabilirsiniz. Örneğin zerdüştlüğün âdet, gelenek ve göreneklerini kurgunun içinde bulabilirsiniz. Ya da İran kültürüne ait birçok unsur. Halıları, kilimleri, yemekleri, mimarisi, tarihi… Bunun yanında Kafkas şehirlerinin kültürel, etnik, mimari yapısını da… Ayrıca Batum, Bakü, Tiflis, Tebriz, Yezd, Trabzon şehirlerinde tek tek dolaşıp zaman zaman karakterlerle birlikte siz de heyecanlanıp sevinecek yeri geldiğinde sefaletten ve hayal kırıklığından dolayı da kederlenip müteessir olacaksınız. Zengin karakter sayısıyla birçok kişilik tanıyacaksınız. Kısacası Türkiye, Azerbaycan, İran arasında dönen fevkalade bir kurgu.

 


Nar Ağacı Kitabının İçeriği ve Konusu

 Kitabımız esasında, dede ve büyükannesinin gençlik fotoğraflarına bakan (ki bu fotoğrafların içine dalıp o anın içinde kendini buluveriyor) ve cevapsız kalmış mektupları okuyan bir kızın daha önce hiç tanımadığı akrabalarına ulaşmaya çalışarak geçmiş köklerini öğrenmeye çalışmasının hikayesi.

 Fotoğraftaki genç bir kız olan Zehra aslında kahramanımızın büyükannesi. Kendisi Trabzon’da dedesi ve büyükannesiyle yaşamakta. Gönlüne ise resim hocası Celil Hikmet düşüyor. Düşüyor düşmesine ama Zehra’nın kaderinde bambaşka biri vardır. Celil Hikmet ve Zehra’nın kardeşi İsmail Balkan savaşlarına gönüllü olarak katılıyor. İsmail’den bir daha haber alınamıyor. Celil Hikmet ise şehit düşüyor.

 Fotoğraftaki delikanlı Setterhan ise Mirza Han’ın oğludur. Baba mesleği olarak halı taciridir. Birçok şehri gezip dokunan halıları adreslere teslim eder. 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda İran, tarafsızlığını ilan ediyor fakat yine de Rusya ve İngiltere askerleri tarafından işgal ediliyor. Setterhan’ın birgün kahvehanede coşkulu bir konuşma yaparken kulak verdiği Mezcup Haydar’ın (ne kadar meczup dense de her bir şeyin farkında olan) İngiliz ve Rus askerlerinin yaptığı sömürgeleri ve dönemin şahının bu askerlere verdiği imtiyazları anlatışından dönemin siyasi olaylarını kavrıyoruz. İşte Setterhan böyle bir siyasi kargaşa yaşanırken bir gün yaptığı teslimatta Piruz adında çok yakışıklı bir oğlanla tanışır. O bir zerdüştür. Setterhanla çok samimi bir dostlukları olur. Fakat bu dostluğun sınanacağı an giderek yaklaşmaktadır.

 Setterhan; küçüklüğünden beri tanıdığı, halı tezgahında büyük bir incelik ve işçilikle Halı dokuyan Azam’a aşıktır. Mirza Han onları nişanlamayı kafasına koymuştur. Ancak Azam’la Piruz’un birbirlerini görmesiyle ikisinin de gönlüne aşk ateşi düşer.

 Tüm bunlar yaşanırken Zehra ise çok çileli bir yoldadır. Rusların Trabzon’a kadar taarruz etmeleriyle Anadolu insanları Batı’ya doğru göç etmeye başlar. Mevsimlerden kıştır. Dayanılmayacak soğuk, bulaşıcı hastalıklar, açlık, eşkıyalar bu yolu zorlaştırmaktadır. Onları en çok zorlayan Harşit nehrini de geçerek Samsun’a vardıklarında derin bir nefes alırlar. Sultan Reşat’ın adını taşıyan Reşadiye vapuruna da bindiklerinde artık İstanbul onlara çok yakındı.

 Çok farklı şehirlerde ve kültürlerde olan bu iki insan birbirlerinin nasibiydi. Setterhan ve Zehra nerde olurlarsa olsunlar birgün tanışıp kavuşacaklardı. Allah bir defa bunu kaderlerine yazmıştı. Ama bakalım nasıl kavuşacaklardı? Devamı bir sonraki yazımda.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

CAPTCHA ImageChange Image